16 Şubat 2008 Cumartesi

Bir baskı makinesinin hikayesi


Herkes Osmanlıya matbaanın İbrahim
Müteferrika ile geldiğini, epey de geç
kaldığını (200 yıl kadar) iddia eder. Bu doğru
değildir. İlk baskı aracı IV.Murat'ın verdiği
bir kararla, özel bir ticari elçi yollamak
suretiyle ısmarlandı. 1639 yılında IV.Murat'ın
emriyle Amsterdam'a varan Bünyamin Efendi
tamtamına 1000 altın sayarak, çağın en iyi
matbaa makinesini satın aldı, bir gemiye
yükledi ve birlikte yola çıktı.


Willem Janson Blaev üretimi olan bu baskı makinesi beklentilerinizin
aksine demir değil ahşaptı. Daha çok bir işkence aletine benziyordu.
Bundan dolayı ne gemiye yüklenirken, ne indirilirken, ne de ambarda
hiç dikkat çekmemişti. IV.Murat'ın takipçisi Sultan İbrahim o günlerde
artan iç huzursuzluklar için bir neden bulmaya çalışıyor ve bunları
nasıl önleyeceğine dair varsayımlarda bulunuyordu. Matbaa makinesi
hakkında kendisinden buyruk istendiğinde eritilmesini! emir buyurdu.
Kimse kalkıp makinenin ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi. Ne fark
edecekti ki, ha eritme ha yakma aynı sonuç. Dolayısı ile makine
sarayın demircisine teslim edildi, ve yakılması emredildi. Demirci
başı pek ilkel bulduğu, ahşap oluşu dolayısıyla acayip aşağıladğıı
bu aleti yakmadı, daha doğrusu yakamadı. Ticaret erbabı bir Yahudi,
nereden duymuşsa duymuş makineden haberdar olmuş, 3 altına
almak istemişti. 3 altın demircinin aylık kazancına yaklaşık eşit
olduğundan demirci biraz düşünerek de olsa kabul etti. Yahudi hiç
zorlanmadan makineyi 50 altına bir Cenevizli tüccara sattı. Ve
Ceneviz ticaret gemisi yola çıktı. O sıralar ticari bağlar dolayısı ile
Cenevizli ile Osmanlının arası iyi idi (Osmanlının malları taşındığı
sürece). Böylece gemi bir hasara uğramadan İspanya'ya vasıl oldu.
Burada indirilmesi gerekilen baskı makinesi, ambarda unutuldu ve
o zamanlar yeni keşfedilmiş yeni kıta Amerika'ya doğru yola çıktı.
Uzun, eziyetli ve hastalıklarla dolu bir yolculuktan sonra, tayfalarının
2/3'ü vebadan kırılmış gemi önce Buones Aries'e vardı. Bu kent o
günlerde kolonizmin en acımasız kurallarının işlediği bir ticaret (daha
doğrusu sömürgenin sevkıyat) limanı idi. Buradan mal yükleyen
gemi bu kez, İspanyanın diğer bir sömürgesi olan Şili'ye doğru yola
çıktı. Magellan boğazından geçti, ve Archipielago de la Reina
Adelaide' ye girdi. Adından da anlaşılacağı üzere bir sürü takım
adadan oluşan bu bölgeden geçerken bir ambar denetiminde ikinci
süvari tarafından fark edildi, bizim baskı makinesi. Ve kaptanın emri
ile lüzumsuz yükten kurtulmak amacı ile takım adaların arasında
orta halli bir ada olan `I Manuel Rodriguez' adasının koyunda erzak
yükleme sırasında `Fortunata' gemisinin güvertesinden üç tayfa
tarafından denize atıldı. Ama bilin bakalım ne oldu? Ahsap olan
matbaa makinesi bata çıka suların üzerinde kaldı ve sonunda sahile
vurdu, yanında bir sandık dolusu hurufat ile birlikte.(1641) Her şey
Jose Martinez'in, yani eski papaz yeni berberin, dükkanında her
zamanki gibi bir şeylere kızıp, sinirini yenemeyip sakinleşmek amacı
ile sahile, o küçük koya indiği gün başladı. Sinirli ve eleştirisel bir
tabiatı vardı Jose Martinez'in. Zaten bundan dolayı da (kibarca)
papazlıktan el çektirilmişti. Jose Martinez'in yorumuna göre tanrı
nimetleri ortaya bırakmış, ancak bencil insanoğlu şeytanın da
aldatısına uyarak hep ihtiyacından fazlasına el uzatmıştı. Bu bir
dengesizlik yaratmış, fakir daha fakir zengin daha zengin olmuştu.
Jose Martinez'e göre insan ne kadar zenginleştiyse o kadar tanrıdan
uzaklaşmıştı. Ancak kendisini püritanlardan ayıran temel özellik
Martinez'in bunun tersine de karşı çıkması idi. Yani hakkı alınan
fakir kişiler sessiz kalmak ile tanrının kendilerine sunduğu nimeti
beğenmemekte, uğruna savaşılmaya değer bulmamakta, tanrıya
hakaret etmekte idiler. Gerçek Hıristiyan, fazla malı varsa ortaya
vermeli, az malı varsa ortadan ihtiyacı kadar almalı idi. Jose Martinez
1641 yılının o yaz günü denizin kıyısında (her zaman yaptığı gibi)
hızlı hızlı gezinirken o garip ahşap masaya benzer şeyi gördü.
Yakınına gidip inceledi ve ne olduğunu anlayamadı. Tepeden tırnağa
bir ürperdi: `engizisyon' diye düşündü. Güneş batıyordu. Sandığa
yaklaştı, kilit yoktu, yerine bir demir nal geçirilmişti, nalı çıkardı,
sandığı açtı. İçinde bir sürü ahşap süslü şekil ve harf çıktı. Aslında
ters olduklarını anlaması biraz sürdü. Ancak avucunda sıkarken
yaptığı şekli görünce her şeyi anladı. Kasabaya, dükkanının olduğu
yere koştu ve yardım istedi. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 5-
6 kişi kıyıya vardıklarında bir an durdular. Hiç tanımadıkları garip
bir şey kumsalda yatıyordu. Jose Martinez `hadi' diye bağırdı, koştu.
Bir çırpıda, sanki birileri kapıp kaçacakmış gibi, bulduklarını berber
dükkanına taşıdılar. Bunu izleyen günlerde Jose Martinez aleti
anlamaya çalıştı. Kurdu, yağladı. Bazı baskı denemeleri yapmaya
başladı. Ancak iki temel sorunu vardı. Mürekkep ve kağıt. Mürekkep
göreceli olarak daha kolay bulunuyordu. Ancak kağıt yalvar yakar
bulunan bir iki sayfadan öteye geçemedi. Aradan bir yıl geçti. Bu
bir yıl boyunca Jose Martinez gevezelik boyutuna vardırdığı
konusmalarla herkese kağıt hakkında bilgi sordu. Sonunda yanıt
bir gemiciden geldi. Uzak doğuya yapılan bir seferin dönüşünde
kağıt da taşımışlardı. Yüklemeyi yaptıkları kağıt imalathanesinde
genç kızların büyük eleklere peltemsi bir şey koyduklarını, dikkatlice
bir ileri bir geri salladıklarını, sonunda ince eleğin üzerinde yumuşakça
bir katmanın kaldığını, bunun biraz bekletildikten sonra elekten
alındığını, oluşan şeyin ıslak kağıt olduğunu, asılmak sureti ile
kurutulduğunu anlattı. Ne kadar sıkıştırdıysa da denizci peltenin ne
olduğunu söyleyemedi. Ancak eski papaz yeni berber bir yıl boyunca
akıllıca her yolu denedi ve az buçuk işe yarar bir pelte imal etti. Çok
ince çektiği kuru odunu bir hafta boyunca adanın içlerindeki gölün
kıyısında bulduğu ve ıslanınca kayganlaşıp eli tahriş eden o ağartıcı
beyaz madde ile kaynatıyor, daha sonra içine bir miktar sirke ve
nişasta katıyor, kaynatmaya devam ediyordu. Sonunda başardı.
Elde ettiği pelte gerçekten de tarif edildiği gibi eleğin üzerinde ince
bir katman olarak kalıyordu. Eleği sallamak ise ayrı bir hünerdi.
Sağlam çıkanlar kurutuluyor ve özenle istifleniyordu. Bozuklar
yeniden kazana dönüyordu. İmal ettiği kağıt biraz kabaydı. Ama o
çağda bu kadarı kesinlikle başarı sayılırdı. Jose Martinez tabii ki
bütün bu emeği boşuna harcamıyordu. Bir amacı vardı. Gayet iyi
biliyordu ki, yalnızca berber koltuğuna oturttuğu kişilerle gevezelik
etmek sureti ile fikirlerini yayamaz, insanları ikna edemez. Bundaki
en önemli etmen insanların berbere tıraş olmak ve bir anlamda
zaman geçirecek boş konuşmalar yapmak veya başka şeyler
düşünüp söylenenleri algılamadan kafa sallamak için geliyor olmaları
idi. Oysa kiliseye geldiklerinde hiç de öyle olmazdı. Jose Martinez
konuşmalarının sonunda insanların aklında soru işaretleri
uyandırdığını kiliseden ayrılırkenki düşünceli yüzlerden anlıyordu.
Ayrıca etkinliğinin kanıtı da ortadaydı: işte onu papazlıktan ayrılmak
zorunda bırakmığlardı. Etkinliği olmasa bunu neden yapsınlardı ki?
Bir yandan kağıt imal ederken bir yandan basacaklarını tasarlıyordu.
Insanlara gündelik yaşamları hakkında, olan bitenler hakkında bilgi
vermek gerek, ayrıca bir yandan da kutsal kitabın sözlerinin derin
anlamını açıklamak gerek, diye düşünüyordu. Gündelik şeylerden
söz edilecekse bu kitap gibi bir şey olamazdı, ayrıca buna kağıt da
yetmezdi. Basit tek yapraklık bir şey olmalıydı. Jose Martinez yapmak
istediği şeye ne diyeceğini adlandıramıyordu. Hiç bunun örneğini
görmemişti ki. Yazılı şeyleri düşündü, gözünün önüne getirdi. Hepsinin
bir başlığı vardı, hatta kitapların adı vardı. En sonunda tek yapraklık
baskısına bir ad buldu.
LOS HECHOS DEBOJO DE LA CUPULA `Kubbenin Altındaki
Gerçekler' Baskı makinesini bulduğunun üzerinden 14 ay geçmisti.
Ve her şey hazırdı. Ilk sayısını büyük bir özenle baskıya hazırladı.
Şimdiki kavramı ile `manşet' diyecegimiz yerde İncilin Yaratılış
bölümü bab 1 den alınma Latince şu cümle yer alıyordu. ``Et creavit
Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem Dei creavit illum
masculum et feminam creavit eos'' ``Ve Tanrı insanı kendi
görüntüsünde yarattı, kendi görüntüsünde Tanrı kendisini; erkek ve
disiyi yarattı'' Bu cümle belki de onu tüm İncil'de en fazla etkileyendi.
Tanrısal olmak, onun gücünü paylaşmak. Bu başlığın altında kendi

Hiç yorum yok: